Eğer akşam saatlerinde gelecekse yemek hazırlamalı mıyım, üzerime şık kıyafetler giymeli miyim, en sevdiği parfümümü sıkmalı mıyım soruları dolanıyor beynimde. Uyumadan önce ilk karşılaşma anımızı hayal ediyorum. Beni görünce dayanamaz, ben de dayanamam, özlemiştir, çok özledim diyorum.
Sabah erken uyanıyorum, işe gitmek için hazırlanıyorum. Zaman çok çabuk geçse, akşam olsa, hemen gelse diye iç geçiriyorum. Sabırsızlığın en yoğun halini yaşıyorum, gözlerim sürekli saate bakıyor. Bir an duruyorum ve düşünüyorum. Bunca acıdan sonra onu görmemeliyim, akşam gelmemeli ve arayıp söylemeliyim diyorum. Yapamıyorum, bekliyorum.
Mesai saatim bittiğinde eve gitmeden önce kuaföre uğruyorum. Saçlarıma fön çektiriyorum. Günler sonra beni çok ama çok güzel görmeli diye düşünüyorum. Eve gelip saçlarıma su değdirmemeye çalışarak duş alıyorum. En sevdiği parfümümü sıkıyorum. Biliyorum çünkü koku kalıcıdır, yıllar geçse de unutulmaz. Kokumu duyduğunda, yanında olduğumu hissedecek.
Evde olmayacağımı söylediğim için gelmekten vazgeçebilir korkusuyla O’nu arıyorum. Telefonuma cevap vermiyor. Anlıyorum ki gelmeyecek. Yeniden bilgisayar başına geçiyorum ve kendimi oyalamaya çalışıyorum. Kahve fincanı, diş fırçası, pijamalarından başka bende neleri kalmış diye aranıyorum. Bir kutunun içinde vidalar, kablolar buluyorum, evdeki tadilat işleri için getirmişti. Gardırobumda gömleği, pantolonu var, burada kaldığında işe giderken giymek için bırakmıştı. Bakıyorum yine MSN’de. “Akşam evdeyim, eşyalarını da bir kenara toparladım. Eksik kalmadı sanırım” yazıyorum; “teşekkürler” yazıyor. Aramızdaki mesafeyi kelimelerle hissediyorum.
Beklemeye devam ediyorum, saatler geçiyor, gelmiyor. Yelkovan ve akrebin her ilerleyişinde umudumu kaybediyorum. Saat 10 oluyor, 11 oluyor kapımın zili çalmıyor.
Yine boşuna bekledim, gelmeyecek derken kedim kapının önüne gidiyor. Gözlerim parlıyor. Biliyorum çünkü kedim, O’nun ayak seslerini tanır. Apartmanın giriş kapısında bile olsa duyar. Kedimden umutlanıyorum, geldi mi yoksa diyorum. Kapıdan tıkırtılar geliyor, kedidir kedi sözünü hatırlayıp gülüyorum kısa bir an. Duruyorum. Anahtarıyla açıyor kapıyı, geldi, bana geldi diye düşünüp koşarak gidiyorum. Evet, geldi. Sonunda geldi. Karşımda duruyor. Siyah saçları uzamış, gözlerinin rengi yeşile dönmüş. Bana dönmüş. “Hoş geldin” diyorum. Cevap vermiyor. Gözlerimi kilitliyorum, bir dakika sonra ne yapacağını merak ediyorum. Hemen eşyalarını alıp gidebilir ya da çok özledim diyerek bana sarılabilir… Sarılmıyor, gitmiyor, öylece duruyor. Gülümsüyorum. Ayakkabılarını çıkarıyor, ceketini çıkarıyor yani gitmiyor. Kapının önünde duruyoruz, bakışıyoruz. “Yüzüne kedi tüyü gelmiş, dur alayım” diyor. Sebebi ne olursa olsun, günler sonra bana dokunuyor. Gülümsüyorum. “Senin de yanağına bir şey gelmiş” diyorum. “Ne gelmiş?” diye soruyor. “Öpücük gelmiş, alayım mı?” diyorum, gülümsüyor “al” diyor. Çok ama çok özleyerek ve çok ama çok hissetmek isteyerek yanağını öpüyorum, kokluyorum. Geri çekiliyorum, vereceği tepkiyi merak ediyorum, yüzüne bakıyorum; gülümsüyor. “Nasılsın?” – “İyiyim, sen nasılsın?” – “Ben de iyiyim” gibi konuşmayı başlatacak klasik cümlelere sığınıyoruz. Nasıl olduğunu anlamadan ellerim yaklaşıyor O’na doğru… Bir an duruyoruz, bakıyoruz. Ellerim gömleğinin düğmelerinde, muzurca gülümsüyoruz ama utanıyorum. “Salona geçelim mi?” diye soruyorum, koltuğa oturuyoruz yan yana.
“Kendime kahve yapmıştım, sana da yapayım mı?” dediğimde “Evet, kahve içmek istiyorum” diyor. Mutfağa gidiyorum, yaşadığım anın gerçekliğini sorguluyorum. “Şizofren ruhumun bir oyun olabilir mi?“diyorum. Salona geri döndüğümde koltuğun üzerinde görüyorum, gerçekten görüyorum. Yanına oturuyorum. Aramızda mesafe var ama sanki bir adım atsam, bir adım atsa eriyeceğiz… Konuşuyoruz öylesine, neler söylediğimi hatırlamıyorum. Elini bacağıma koyuyor, şaşırıyorum. “Biraz sola kayar mısın, burada yer yok” diyor. “Peki” diyorum. Aramızda mesafeler azalıyor. Elimi tutuyor, elimi tutuyor, dakikalarca elimi tutuyor. Parmak uçlarından gelen sıcaklık, tenimi yakıyor. Isınıyorum. Nefes alıyorum. Başını, boynumla omzum arasına yerleştiriyor, elimi tutuyor. Dışarıda yağmur yağıyor, yağmur elleri bana dokunuyor. Gözlerimi kapatıyorum, hissetmek istiyorum. Sadece elimi tutarak kalbimin, heyecandan duracakmış gibi çarpmasını sağlıyor. Nefes alışını, kalbinin atışını, kokusunu duyuyorum. Yüzüne bakmaya cesaret edemiyorum. Sanki O’na baksam büyülü an bozulacakmış gibi geliyor. Yaklaşıyor, yanağıma dokunuyor, yüzüme döndürüyor yüzünü. Gözlerini çok özlemişim! “Seni çok özledim, sanki yıllar geçti” diyor. “Seni çok özledim, sanki hep yanımdaydın” diyorum. Sıcacık dudakları dudaklarıma değiyor. Utanıyorum, ilk kez öpüşüyor gibi hissediyorum. Hem kendimi geri çekiyorum hem de teslim olmak istiyorum. İçimden “beni yalnız sen mutlu edebilirsin” diyorum. Kollarıyla, kokusuyla, sıcaklığıyla, dudaklarıyla sarıyor beni… Karşı koyamıyorum, kendimi bırakıyorum. “Odamıza gidelim” diyor. Elimden tutuyor, salondan odamıza kadar yürüyoruz el ele… Sarılıyor, “yatağımızı, odamızı çok özlemişim” diyor. Derin bir nefes alıyorum, kalbim ısınıyor. “Bu gece hiç uyumayalım” diyor. “Bu gece beni uyutma” diyorum. Birbirimize karışıyoruz, gökyüzüne çıkıyoruz. Teninin sıcaklığı tenime dolanıyor, göğsünden bir damla ter; göğsüme damlıyor. Kokusunu daha fazla duyuyorum. “Merhaba, beni tanıdınız mı?” diyor. “Evet, sizi gökyüzünde görmüştüm” diyorum. “Ne zaman yeryüzüne indik?” diyor. “Biz hangi yıldızdan düşüp birbirimizi bulduk?” diyorum. “İyi ki bulduk” diyor. İsmimi söylüyor, ismini söylüyorum. “Seni çok seviyorum” diyor, “Seni çok seviyorum” diyorum.
Uykuya dalıyor, uyku bebeğim oluyor. Sokak lambasından gelen ışıkla yüzünü görebiliyorum. Saçlarını seviyorum, yüzünü seviyorum. Kokluyorum. Sarılıyorum, göğsüne yatıyorum, uyurken bile beni öpüyor.
Aydınlık bir güne öpüşleriyle uyanıyorum. Gözlerimi aralıyorum, O’nu görüyorum. Güzelleşmiş, gözleri parlıyor, sıcacık gülümsüyor… Sarılıyorum yeniden, gitmesini istemiyorum. “Uyandım, duş aldım, kahvemi içtim, şimdi gitmem gerekiyor toplantım var” diyor. “Gitme, hep burada kal!” diyemiyorum ama sımsıkı sarılıyorum. Gitmiyor, yanıma geliyor, yanıma uzanıyor. Sımsıkı sarılıyoruz, kokluyoruz. Dakikalara aşkı sığdırıyoruz. “Sar beni, içinde sakla!” diyor incelmiş sesiyle… Saklıyorum, sarıyorum, sarılıyorum…
Şimdi gitmesi gerekiyor, yeniden hazırlanıyor. Kapının önündeyiz. Mutluyum. Çok ama çok güzel olduğumu hissediyorum. Vereceği cevabı bilerek ve duymak isteyerek soruyorum; “eşyalarını vereyim mi?” hayır” diyor. “Bahane miydi o zaman?” diyorum. “Evet, sanırım” diyor. Sarılıyoruz, öpüyoruz. Uğurluyorum, kapıdan çıkışını izlerken en kısa zamanda yeniden gelmesini diliyorum. Pencereden gidişini izliyorum, uzun yolda yürürken görüyorum…
Evim, kedim, kahvelerim güzelleşiyor. Sigara tat vermeye başlıyor. Zamanım olsa yatağa uzanıp o muhteşem anları zihnimde tekrar tekrar yaşamak istiyorum… Gölgesi yıldız dolu, gecesi peşinde, sevgisi yağmur yemiş, parmakları filizlenen, soluğu kuş tüneği, yanağında gamzesi olan, yol yorgunu birini özlüyorum…
Feraye Demir – Yüksek Topuklar