Cuma gecesi İstanbul’dan kaçtık, hem uzak hem de yakın bir yere gittik. Tam ortada durduğumda; sağıma bakıp dereyi, soluma bakıp ormanı ve dağları gördüğüm, cennetten ödünç alınmış bir yerdeydik… Her nefeste dingin ahşap kokusunun duyulduğu, antik eşyalarla dekore edilmiş, sobayla ısınan, bahçesinde ağaçların olduğu bir evde yaşadık 2 gün boyunca. Hava yağmurluydu hem de durmaksızın… Küçük bir odada tek kişilik bir yatağa iki kalbi sığdırıp uzandık. Pencereden bakıp yağmurun yağışını, bulutların hareketini izleyip aşka benzettik. Gözlerimi kapattım sadece Cihan’ın soluğunu ve yağmurun sesini duyuyordum. Mutluydum… Huzura dokunmanın ne demek olduğunu, içinde sevdiğim olursa her şeyi sevebileceğimi o an anladım. “Hadi yağmur altında yürüyüş yapalım” dediğimde, Cihan şaşırdı: “sen ıslanmayı sevmezsin ki” dedi. “Seninle olursa severim” dedim. Toprak kokusunu duyarak, yağmurda ıslanarak ama huzur dolarak yürüdük el ele…

Sırılsıklam eve döndüğümüzde, Cihan; bebekmişim gibi saçlarımı kuruladı, kıyafetlerimi değiştirdi. Isınalım diye sobayı yaktı.  Kedi gibi sobanın sıcağına sırtımı verip kitap okumaya başladım. Her fırsatta Cihan’ın güzel yüzüne gözlerimi kilitledim… Aşkı hissetmek, sevdiğine bakmak, sevdiğinle sevmek, kalbin gülümsemesi, pamuklaşmak, hafiflemek… Yumuşacık duyguları aynı anda yaşadım…

Beni dinlendiren, sevmeyi öğreten, hayatımı güzelleştiren Cihan’ın varlığına bir kere daha şükrettim…

Şimdi, penceremin kenarından yazıyor ve arada bir dönüp yağmuru izliyorum. Her yağmur damlasında Cihan’ı görür gibi gülümsüyorum.

Gripin’in söylediği gibi: Durma! Yağmur durma!

Evet, ben hem yağmurları hem Cihan’ı seviyorum…

Feraye Demir – Yüksek Topuklar

Tüm Yazılarımı Okumak için Buraya Tıklayın!