Bir şeyler atıştırdı hızla… Sadece midesine bir şeyler gönderdi aslında. Tadını almadan… Çiğnemeden yutabilse yutacak. Boş midesini doldurunca, ruhundaki o kocaman boşluk da kapanırdı belki. Kapanır mıydı?

 

Sonra akşamın o erken saatinde atıverdi kendini yatağına. Ailelerin yemek masasına mutlulukla oturduğu, sevgililerin heyecan ile buluşup günlerini birbirleri ile paylaştıkları, trafikte birçok insanın henüz evine dahi ulaşamadığı ya da birçok insanın evden çıkıp akşam ne yapacaklarını planladığı bu saatte, o ışıklarını kapattı ve yorganın altına sığındı. Tek bildiği çok yorgundu. Çok bitkin ve tükenmiş hissediyordu.

 

Sanki biri bir senaryo yazmıştı da, her şey arka arkaya, belirli bir düzen ve kurgu ile gelmekteydi karşısına. Senaryo iyi mi, kötü mü? Kime düşer sorgulamak? Yaşamaktı ona düşen, her ne yazıldıysa… Belki içinden umutsuzca geçirerek: “Doğru zamanda yanlış insan, ya da yanlış zamanda doğru insan!” diyebilirdi sadece.

 

İstekleri vardı oysa düşleri vardı. Her gece uyumadan önce dilediği dilekleri… Dualarının özneleri vardı. Özneler değişirdi belki zaman zaman. Değişmeli ise değişirdi. Ama son yoktu. Dilekler devam eder, düşler devam eder, istekler devam eder… Durmazdı insan, durmak bilmezdi ki hiç!

 

Her istediği olmazdı her zaman insanın. Olmayınca olmuyordu işte.  Kabullenmek o kadar mı zordu? Teslimiyet denen şey imkânsız mıydı? Öfkelenmek olana ya da olmayana, nefsimizin bir oyunu muydu? Öfkelenmeden, öylece kabul edebilmek doğru olan mıydı? Yoksa bağırmak, çağırmak, lafı ile dövmek mi doğruydu? Doğru olan duruma göre değişiyordu aslında. Kişiye göre, zamana göre, mekâna göre diğer kişiye göre vb. değişiyordu. İzafiyet buydu işte… İzafiydi her şey… E o zaman? Neden yoruyordu ki zihnini bu kadar? Neden yoruyordu beynini? Neden bu kadar kırılıyor, kırılmasına izin veriyordu? Neden çekip gidiyordu? Neden korkuyordu?

 

Zihninde bu düşünceler ile yorganın altında bedeni küçüldü, küçüldü… Aynı anda ruhu büyüdü, büyüdü. Bedenine sığmayan ruhu, sanki bir dalga halinde, derin bir iç çekiş eşliğinde, gözyaşları ile dışarı taştı.

 

Sarsıla sarsıla ağladı ağladı… İçinde büyüyen, kocaman olan bir korku ile sarsılarak ağladı. Aklında sadece tek soru: “Neler oluyor bana?” Bu büyük dalgalanmanın yorgunluğu ile ‘’uyku ana’’ onu sardı sarmaladı. Kulağına fısıldadı usulca: “Bu da geçecek. İyileşeceksin yavrucuğum!”

 

Güneş doğdu. Gözleri şiş, ama içi ferah uyandı. Acının ve uzun uykunun hamurlaştırdığı bedenini kendine getirmeliydi. Belki önce spor, sonra sıcak bir duş ve güzel bir kahvaltı. Belki ev temizliği ve ardından yemek pişirmek. Daha iyisi bir kek yapmak… Kek kabarırken ve nefis kokular evi sararken iyileşmek… İyileşmek… Hayat devam ediyordu… O zaman hayata katılmaktan başka seçenek var mıydı?  

 

Figen Bıyık – Yüksek Topuklar
figen@yuksektopuklar.net