Güneş ışığına göbeğini açıp keyif yapan o değilmiş gibi kendini acındırarak bakıyor yüzüme. “Ah yavrum seni sokağa mı attılar, hadi gel benim kedim ol” diyerek kucağıma alıyorum. Salona doğru yürürken nanenin mırıltılarını duyuyorum…
Nasıl oldu bilemiyorum, hamarat bir kadın yerleşti içime. Her fırsatta ütü yapıyorum, etrafı silip süpürüyorum, eşyaların yerini değiştiriyorum ama işim bitmeden enerjim bitiyor. Evi eski haline getirmeden yorulup bir köşede otuyorum. Dağınıklığımdan utanmadan Nesrin’i arıyorum, salonda piknik yapalım mı diye soruyorum. “İsabet oldu, çok açım” dedikten 15 dakika sonra kapının zilini çalıyor.
Mor bir battaniye seriyoruz odanın ortasına. Piknik sadece kahveden oluşuyor. Fincanların üzerinde burç simgeleri var, biri akrep diğeri terazi… Çok zaman olmuş bu fincanları alalı, yıpranmışlar ama atmaya kıyamıyorum. Sahi, ben hangi burçtanım acaba?
Edip Cansever, Cemal Süreya, Oruç Aruoba’dan şiirler okuyoruz birbirimize… Edith Piaf dinliyoruz. Hafif hissediyoruz, dingin…
Öylece susmuşken, telefonumun sesini duyuyorum. Cihan arıyor. Masum konuşuyor biraz da mahzun. “pencerenden dışarı bakar mısın, sokak lambasına doğru” diyor. Heyecanla bakıyorum, O’nu görüyorum. Uzağımda olmasına rağmen dudağının kenarında muzur bir gülüş olduğunu hissedebiliyorum. “Ah yavrum sokağa mı attılar seni, hadi gel sen benim kedim ol” diyorum. Gülüyor… “Geliyorum” diyor.
Cihan geldi, şükürler olsun!
Feraye Demir – Yüksek Topuklar
Tüm Yazılarımı Okumak için Buraya Tıklayın!