Buz gibi bir telefon konuşması ve onun buz gibi bir devamı… Ofisten çıktım, metroya binmeden önce biraz yürümek iyi gelir diye düşündüm. Hava soğuk, biraz da yağmur yağıyor. Yüzüme değen her yağmur damlası öfkemi artırıyor. Nasıl bir hayat yaşıyorum, nelerin peşinden koşuyorum, kime kıymet biçiyorum sorularının arasında boğularak yürüyorum. Evet, hava çok soğuk ama hissedemiyorum. Öylesine kendimi unutmuşum ki Maslak’tan Mahmutbey gişelerine kadar gelmişim. Gözlerimi tam olarak açtığımda görüyorum, Edirne yönünü gösteren tabelalar var. Tam olarak hissetmeye başladığım anda yanımdan hızla kamyon ve otobüslerin geçtiği otoyolda olduğumu fark ediyorum. Hava kararmış, benden başka bir Allah’ın kulu daha yok… Korkmaya başlıyorum, burası yayalara ait bir yol değil bir araba bana çarpabilir diyorum. Telefonum ceketimin cebinde titriyor, çıkarıp cevap vermiyorum. Bir kere daha bir kere daha titriyor, tepkisiz kalıyorum. Aklıma kaybedebilecek kadar korkuyorum, yanımdan hızlı arabalar geçmeye devam ediyor. Telefonum cebimde titremeye devam ediyor, bu kez yanıt veriyorum. Cihan arıyor. Özür diliyor benden. “Seni görmek istiyorum” diyor. Ben, O’nun yaşattığı travmayla kendimi kaybetmişim, O beni görmek istediğini söylüyor. “Allah kahretsin Cihan, kapat şu telefonu” diyorum. O’ndan nefret ediyorum. Gözyaşlarım yağmura karışıyor. Bir taksi bulabilmek umuduyla hızlıca yürüyorum. Hayır, buradan ne bir minibüs ne de bir taksi geçiyor… Yolumu değiştirip insanların olduğu bir yere ulaşmaya çalışıyorum. Önümde bir araba yavaşlıyor. “Eyvah diyorum kesin beni hayat kadını sandı, ya beni kaçırmaya çalışırsa!” Bakmadan arabanın yanından geçerken, içerideki adam sesleniyor; “hanımefendi burası çok tehlikeli, bir araba çarpabilir ya da başka türlü bir kötülük olabilir. Gelin sizi en yakın metro durağına götüreyim” diyor. Kabul edebilmem mümkün değil ama kendimi yüzme bilmeden denize düşmüş gibi hissediyorum. Cevap vermeden yürümeye devam ediyorum, adam arabayla peşimden geliyor. “Ben sivil polisim, bakın bu da kimlik kartım. Başınıza bir şey gelmeden kabul edin sizi buradan götüreyim” diyor. Allah’ım ben nasıl bir haldeyim diyorum içimden… Bu otoyolda yürümeye devam etsem düşündüğüm tüm kötü senaryolar gerçek olabilir, adamın arabasına binsem o senaryodaki kötü adam olabilir. Ne yapmalıyım bilemiyorum. İç sesimi dinliyorum. Buradan başka türlü kurtulamayacaksın hadi kabul et diyor… Sivil polis olduğunu söyleyen adamın arabasına biniyorum. İçimden dualar ediyorum, ne olur başıma bir iş gelmesin… Şükürler olsun ki sapasağlam Metrocity’nin önünde adama teşekkür ederek arabasından iniyorum. Rüyamda görsem kesinlikle kâbus diyerek anlatabileceğim bir olayı yaşıyorum… Aman Allah’ım neredeyse canımdan olabileceğim bir aptallık yapıyorum, kim için?

Telefonum cebimde titremeye devam ediyor, çıkarıp ekrana bakıyorum: 25 cevapsız arama, Cihan! Öyle korkuyorum öyle tutunacak bir dala ihtiyaç duyuyorum ki Cihan’ı arıyorum. “İçime bir karanlık yerleşti, Feraye’min başına kötü bir şey mi geldi diye kıvranıyorum saatlerdir” diyor. Az önce olanları anlatıyorum. Ağlıyorum. Duyuyorum ağlayarak benimle konuşuyor. “Seni üzdüğüm için çok ama çok özür dilerim, ne olur affet beni. Neredeysen söyle hemen yanına geleceğim” diyor. “Her geldiğinde parçalara bölüp gittin, gelme” diyorum. “Yalvarıyorum, senin için son kez olsa seni göreyim” diyor. “Peki, eğer gitmeyeceksen gel!”

**

Metrocity’nin önünde Cihan’ı bekliyorum. Arayıp geldiğini haber veriyor. Arabaya biniyorum. “Senin için koltukları ısıttım, üşümene dayanamam” diyor. Garipsiyorum, bu şefkat de neyin nesi? “Gel oturup bir şeyler yiyelim hem de konuşalım” diyor. “Seninle gelmekten başka çarem var mı ki?” diyorum içimden, dışım susuyor. Küçük bir kız çocuğu gibi hissediyorum, saçımın teline zarar gelmemesini ister gibi ilgileniyor benimle… Anlayamıyorum, neler oluyor? Bana acıyor mu? Sıkıca tutuyor ellerimden, “ne olursa olsun bir daha asla gitmeyeceğim, ben senin hep hayatında olacağım” diyor. Şaşkınlıkla dinliyorum. Biraz içimin durulduğunu hissediyorum, Cihan yanımda…

“Şimdi bana gidiyoruz ve seni dinlendireceğim” diyor. Ürkekçe kapısından içeri giriyorum. Bu kez bir başka geliyor bana evi, yabancı gibi ama tanıdık gibi… Önce banyoya götürüyor beni. “sıcacık bir duş sana iyi gelecek” diyor. Duştan çıkıyorum. Saçlarımı kurutup tarıyor, pijamalarını veriyor giymem için… Elimden tutup salona götürüyor. Masanın üzerinde bir bardak sıcak süt var. “sana iyi gelecek” diyor. Koltuğa oturuyorum, yanıma geliyor. Kendi elleriyle sütü içiriyor bana… Garipsiyorum, bebek gibi hissediyorum.

**

“Eğer istersen beraber uyuyabiliriz ve seni sımsıkı sarabilirim ama istemezsen ben salonda uyurum” diyor. “İstemiyorum” diyorum. “Peki” diyor üzülerek… Yatağına yatıyorum, yastığında kokusunu duyuyorum. Ah! Yeni doğmuş bebek gibi kokusunu solurken ve o içerde uyurken ben nasıl uykuya dalabilirim? Gözlerimi kapatıyorum, eninde sonunda uykuya dalabileceğimi düşünüyorum… Odanın kapısını tıklatıyor, “Afedersiniz, bu odada Feraye adında muhteşem bir kadın varmış, görmeye geldim“ diyor. “Yandaş medya yanlış haber vermiş” diyorum. Gülümsüyor… “Peki, kıymetli bir tanecik Feraye burada mı?” diye soruyor. “Kalmadı” diyorum. “Yalnız başıma çok korktum, ne olur yanına geleyim” diyor. “yine sokak kedisi oldun Cihan, 40 yaşında adamsın utanmıyor musun?” diyorum. “Lütfen düzeltelim, 39” diyor… Yanıma geliyor, alnımdan öpüyor.

Rüyada mıyım? Tüm gün boyunca yaşadıklarımın hangisi gerçek? Lütfen Cihan’ın yanımda oluşu gerçek; diğerleri kâbus olsun… Ah! Rüyalarda koku duyulmaz demişlerdi, ben şuan Cihan’ın kokusunu içime çekiyorum. Demek ki gerçek…

Feraye Demir – Yüksek Topuklar
ferayedemir@gmail.com

Tüm Yazılarımı Okumak için Buraya Tıklayın!