Cevabını henüz bilemiyorum ama size tanıştığımız günden bahsetmek istiyorum yani miladımızdan…
Dinlenmek için iş yerimden izin aldığım o sabah erkenden uyanıp, ilk gençliğime dönme isteğiyle yeşil bir pantolon, çiçekli bir ayakkabı, mor bir bere ve lacivert kazağımı giymiştim. Evden çıkarken kabanımı üzerime geçiyordum ki düğmeleri patır patır dökülmüştü. Olsun dedim zaten sahafları dolaşmak üzere Aslı Han’a gideceğim, oradaki düğmeciden alırım…
**
Bir süre önce siparişini verdiğim Üç İstanbul romanını almak üzere her zaman uğradığım sahafa gittim. Nihayet, günlerdir beklediğim gelmiş ve benim olmak için rafta bekliyordu! Heyecanla sayfalarını araladım, karakterlerin isimlerine baktım. Yaşasın! Bir şeyi çok istersen olur diyorlardı ve oldu! Tam 3 senedir yana yakıla aradığım 1972 basım Üç İstanbul romanını buldum! Poşete koymadan, göğsümün üstünde taşımaya başladım onu… Eve dönüp okumak için sabırsızlanıyordum, ah bu ne güzel bir heyecan!
**
Aradığımı bulduğuma göre hemen düğmeciye gitmeli, işimi halletmeli ve eve dönüp Üç İstanbul’un ana karakteri Adnan’la tanışmalıydım! Düğmeciye doğru yürürken arkamdan biri seslendi: “pardon bakar mısınız? Ne zaman açacaksınız dükkânı?” Geriye bakma gereği bile duymadan dedim ki: “ben de düğme almak için geldim, sahibi değilim”… Dükkânın açılmasını beklerken başka sahaflara bakmayı düşünüyordum ki aynı sesi yine duydum: “hey küçük kadın! Göğsündeki romanda ben varım! Benim adım Adnan!” dedi. Geriye döndüm: “Ben küçük kadın değilim, 32 yaşımdayım. Adnan olmakla da övünme, çok şahane bir adam olmadığını biliyorum” dedim. “Peki, o başındaki mor bereyi neden takıyorsun?” dedi. “Seviyorum” dedim. “İşte o bere ve çiçekli ayakkabı; seni küçük kadın yapıyor” dedi. “Fikrini sormadım” dedim. Merdivenlere doğru yönelmişken “küçüklüğünü kabul etmeyen küçük kadın, gel seninle çay içelim” dedi. Tekrar geri döndüm: “bu konuyu daha fazla uzatma hem ben çay sevmem, kahve içerim” dedim. “Peki, o zaman kahve içelim” dedi. Nasıl da yüzsüz bir adammış diye içimden söylenirken O’na doğru dönüp yüzünü gördüm. Aman Tanrım, böyle güzel bir yüz olamaz! O kahverengi gözler, o beyaz ten, o dudağının kenarındaki gülüş, o güzel vücut… Bu kadar güzel olamaz! Etkisine kapılıp hızlıca yanına yürüdüm.
Bir sahafın önünde beklerken kahve ve sigara içip konuşmaya başladık. Aslı Han’daki sevdiğim sahafları sıralarken “tanıdığım en beceriksiz adamlardan biridir” dedi. “Fikir beyanına ne kadar meraklıymışsın” dedim. “Biraz öyleyimdir” diyerek güldü.
**
Nihayet düğmeci dükkânı açıldı. Ben kabanıma; o deri ceketine düğme almak üzere dükkâna girdik. “Önce ben işimi halledeyim, eve dönüp Üç İstanbul’u okumak istiyorum” dedim. “Tabii önceliği sana verebilirim ama istersen ben sana anlatabilirim Adnan’ı” dedi. “Sen nereden biliyorsun ki?” dedim. “Benim adım Adnan!” dedi. Gülümsedim. Kabanım için iki çiçekli düğme seçtim, beğendiğini söyledi. Gülümsedim. Düğmelerin parasını ödeyip çıkmak üzereyken ve aslında Adnan’dan bir tepki beklerken “düğmeleri aldın da bunları kim dikecek? Gel seni terziye götüreyim” dedi. “Peki, gidelim” dedim. Gülümsedi.
**
İstiklal Caddesinin ara sokaklarına dalıp bir pasajın içindeki terziye geldik. İzmirli bir ailenin çalıştığı, hem deri aksesuarların hem kıyafet tadilatlarının yapıldığı terzinin salaş ruhuyla konuşmamıza devam ettik. “Hadi hatırım için bir çay iç” dedi. “Peki” dedim, gülümsedim. Gökkuşağı renklerinde bir bileklik bulup “bu senin ince bileklerine çok yakışır” dedi. “Ben bileğime bir şey takmayı sevmiyorum” dedim. “Bunu seveceksin, eminim!” dedi. “Peki, o zaman bu örgü bileklik de senin olsun ama yakışıp yakışmayacağından emin değilim” dedim. Gülümsedi.
Kabanımın düğmeleri dikilerken, terzinin isminin Ahmet olduğunu öğrendim. Aklıma, Edip Cansever’in Mendilimde Kan Sesleri isimli şiiri geldi ve Ahmet abiye yakıştırdım. Nasılsa utanmadım ve o şiiri okudum;
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.
Feraye Demir
Yüksek Topuklar – Köşe Yazarı
ferayedemir@gmail.com
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
ask ıstedıgınde nasılda buluyor bızı…
harıka bır yazı…
Adnan’ın senin köşe yazdığından haberi var mı ? Okursa sanki bu ilan-ı aşk gibi 😀
Çok güzel,hoşuma gitti,romantik. Az ve öz. İlham ve şansın bol olsun!