Annandale, Virginia’da doğup büyüyen Chris Mccandless [Emil Mirsh]1990 yılında Emory Üniversitesinden mezuniyetinin ardından biriktirmiş olduğu bütün parayı bir sivil toplum kuruluşuna [OXFAM] bağışlar. Cüzdanını ve kimliğine dair bütün belgeleri yakmasının, sonra da çok sevdiği sarı Datsun’unu Arizona’da çölde terk etmesinin ardından yıllardır hayalini kurduğu kişisel özgürlük ve arayış yolculuğuna hazırdır artık…
Ailesinden tamamen koparak –çok sevdiği kız kardeşiyle dahi 2 yıl süresince bir kez olsun iletişim kurmayarak- kariyerden, paradan ve minimum düzeydeki insani etkileşimden arınarak kendisine Alexander Supertramp adını veren Chris yepyeni bir yaşama doğru yola çıkar. Colorado Nehrinde Meksika’ya doğru kaçak eskimo kayağı yapar, Güney Dakota’da hububat çiftliklerinde çalışır, hippi komünitesine takılır, trenlere kaçak biner, emekli bir askerin yanında dericilik sanatı öğrenir…. En temelde de yolculuğu amacına ulaşır; insanlarla yapay ilişkiler yerine gerçek yakınlıklar kurar, derin paylaşımlar yaşar… Ta ki 24 yaşında, Alaska’da evi bildiği terkedilmiş otobüste yanlışlıkla yediği bitkiden zehirlenerek ölene kadar…
Amerika’nın özellikle batısında, Alaska, Virginia ve Meksika’da farklı 35 yerde çekilen film muhteşem görsel bir ziyafet sunuyor. Mükemmel kır ve orman manzaraları, sıcacık insan manzaralarıyla el ele filmde. Eddie Vedder’in hazırladığı mükemmel film müzikleri izleyiciyi filmin içine çekebilecek güçte. Vedder’in en iyi şarkı dalında Grammy ve Globe ödüllerini alması film müziklerinin başarısını kanıtlar nitelikte. Yönetmen Sean Penn de bu filmle en iyi uyarlama dalında Writer Guild of Amerika ödülüne layık görülmüştür. Her ne kadar bazı izleyiciler Sean Penn’in filmi bölümlere bölerek adlandırmasının filmin akıcılığına ket vurduğunu iddia etseler de, bence bu özellik kitaba bağlılığın simgesel bir göstergesi, ve süresi 140 dakika olan filmin çok daha rahat takip edilmesini sağlıyor.
Film günümüzün suni ilişkilerini sorgulamamızı sağlıyor; iş yaşamlarında son derece başarılı ama anne baba olarak çocuklarında onulmaz yaralar açan ebeveynleri, üniversiteden hemen sonra girilmesi gereken iyi kazançlı ve saygın bir işi, mezuniyet hediyesi olarak verilmeye değer görülen yeni bir arabayı, gündelik yaşamımızda hiç yadırgamadığımız içi boş kalabalıkları ve daha nicelerini…
Uzun süre akıllardan çıkmayacak bir hikaye, görsel ve işitsel bir şölen, aynı zamanda bambaşka bir hayat görüşü, özgürlük arayışı, ve normalin-olağan olanın sorgusunu sunuyor bu film bizlere. Başka türlü ve çok daha derin ve dolu dolu bir yaşamın da mümkün olduğunu gösteriyor, her ne kadar sonu hazin bitse de… Özellikle de hikayenin gerçek oluşu film biterken boğazınızda bir yumru olup kalıyor, yutkunamıyorsunuz içinizdeki acıdan… Yine de, bir savaşçı edasında gencecik bir adamın bir adamın çıkıp, o düzenli ama kof yaşamını alt üst ederek kendisine anlamlı bir yaşam yaratmasına imreniyorsunuz. Chris’in seçtiği yolu beğenmeseniz dahi, hep istediğiniz ama bir türlü beceremediğiniz ‘kişisel kaçış’ı başka birinin, kendine özgü yolla başarması gurur veriyor size, umutla doluyorsunuz geleceğe dair, yaşamınızı güzelleştirme ve anlamlı kılma umuduyla…
Patikasız ormanlarda sevinç,
Yalnız kıyılarda coşku,
Herkesin istemeyerek bulunduğu yerde toplum vardır…
Derin denizlerin kükreyişindeki müzikte;
İnsanı az değil, doğayı daha çok severim.
(Lord Byron)
Şule Bayrak