Haberler her sabahki gibi değil ama. Olağandışı bir durum var. Bütün kanallar canlı yayında  Japonya’nın yaşadığı felaketi gösteriyor.  Kocaman dalgalar tarlaları, yolları, evleri, arabaları yutuyor. İnsanlar kaçışıyor arabaları ile. Dev dalgalar arkadan insanları kovalıyor. Doğa çıldırmışcasına öfkeli görünüyor. Biz izliyoruz…Sıcacık yuvalarımızda, özenli  kahvaltı sofralarımızda otururken,  bizim gibi insanları izliyoruz. Gözlerimizde dehşet, kalbimizde sızı ve derin bir üzüntü…Dünyanın bir ucunda insanlar için artık öncelikler çok daha farklı, hayati ve hakiki.  Biz halimize şükrediyoruz ve izliyoruz. Biliyoruz ki, bir iki saat içinde kendi gündelik koşturmacalarımıza kapılıp gideceğiz. Biliyoruz ki, “gercek bir yaşam kavgası”  orada yaşanan ve buna tanıklığımızın etkisi bir süre sonra geçecek…Yanılsamalarımızla devleştirdiğimiz küçük sorunlarımızla dolu olan yaşamlarımızın içine dalıp gideceğiz. Ancak hiç bir şey eskisi gibi olmayacak. Ne bizim yaşamlarımızda, ne de tüm dünyada…Sanki doğa kendini sıfırlayıp, yeniden başlamak ister gibi…

İnsan böyle zamanlarda kendisi ile yüzleşiyor. Dert edilen şeylerin ne kadar “göreceli” olduğunu anlıyor. Büyük ya da küçük dert yok…İyi ya da kötü de yok…ve tek hakikat de…

“Ömür dediğimiz yolculuklarımızda, birden fazla hayat yaşıyoruz” diyor Mehmet Eroğlu. Depremler, tsunamiler sadece gerçekte değil, metaforik olarak da hayatlarımızı alt üst edebiliyor ve her bitişle sıfırlanan bir bölüm, yerini yepyeni bir hayata bırakıyor. Bu değişimlerde ise korkunç  bir acı var. Parçalanma gibi. Doğum sancısı gibi. Ceviz kabuğunun kırılması gibi. Sonunda iyi ve hayırlı bir şeyler olduğuna inanmasak, dayanılmaz gelen bir acı. İnançlarımız rahatlatıyor böyle anlarda. Bir tek inançlarımıza sığınıyoruz. Dışımız acıyor. İçimiz acıyor. Kolumuz, kanadımız acıyor. Yüreğimiz acıyor. Geçecek desek de içimizden, acıyor işte… Çook acıyor.

Değişiyoruz, hissediyoruz. Değişimin acısı bu. Dönüşümün acısı. Nerede coşku?Değişimler kutlanmalı ama, değil mi? Ama bu çok acıtıyor. Fena acıtıyor. Biliyoruz eskisi gibi olamayacağız. Eskisi gibi olamayacak hiçbir şey. Bazen biz değişince her şey değişecek, bazen de her şey değişince biz değişeceğiz çünkü. Hızla, arka arkaya, durmaksızın…Ömür dediğin geçip giderken…

Kendi kendimizle içsel konuşmalarımız artıyor. Aklımızda sorular ve verebildiğimiz sınırlı cevaplarımız ise şunlar gibi belki:
“Benim seçimim mi değişim? Aslında gerekli, çok gerekli. Ancak benim tercihim değil. Bir yol getirdi beni buraya. Yolu seçen benim ama. “Bu acılı radikal değişimi bilseydin, seçer miydin?” diye soruyorum kendi kendime. Cevap veremiyorum. Çünkü çok acıyor.
Değişim umutla yan yana olmalı. Ancak bu sefer umutsuzluk hakim… Derin bir mutsuzluk. Belki de yas hali. Değişenin yası mı bu?  “Eski ben” için tutulan yas mı yoksa? Olanla, olabilenle yetinmek zorunda kalmak mı?

Yetinebilmek ne zormuş… Sıfırlanmak ya da azalmak ise çok zor! Azalmak, sadeleşmek… Son sürat giderken durmak ansızın…Acı bir fren sesi ve yerde lastik izleri. Bir derin sessizlik…Dünya, hızla giderken göründüğünden daha farklı. Daha açık. Ama daha acı. Ama gerçek… Daha gercek!..”

Japonya’nın yaşadığı felaket de bütün insanlığın payı var. Bütün insanlığın tercihlerine, doğanın verdiği cevabın sonucu bu felaket. Ömürlerimizdeki tsunamilerin de nedeni kendi seçimlerimiz değil mi?

Kendi metaforik tsunamilerimizden bir an kurtulup, gerçek yaşam dramları içinde hakikatlarını yaşayan Japon halkına -aslında kendimize- yardımcı olabilmemiz dileğiyle…

Figen Bıyık – Yüksek Topuklar
figen@yuksektopuklar.net