Sabah telaşla uyanışlar, işe yetişmek için hızla evden çıkışlar… Yollarda arabalar… Arabalarda kendisi ile baş başa kalmış olduğu bu nadide anları “Bugün ne yapacağım, ne edeceğim, hatta seneye ne yapacağım?” diye düşünerek harcayanlar… Sadece yola çıkılan ve yolun sonunda varılan yer hatırlanan, “gidilen yol” hiç hatırlanmayacak… O kadar (!) zihni meşgul olanlar… Yaşam akıp giderken her an “yaşıyor olduğunu” hissetmek mümkün olmuyor ne yazık ki… Mümkün olamıyor… Nerede o yaşam coşkusu dolu saniyeler, anlar?  Nereye kayboldular? Aslında “var” onlar da, farkında olan nerede? Hangi diyarda?

 

İşe ulaşmak ve günlük rutin koşturma içinde kaybolmak sonra… Anlık gelişen sorunlar ile gerilmek, bizim gibi ( evet aynı bizim gibi) olan insanlar ile tartışmak, sorunlar yaratmak ve çözmek ile geçen bir gün daha yaşamak. Ana tema ise hakkını aramak ve kimseye hakkını yedirmemek üzerine.  Elektronik postaların, telefonların içinde boğulur gibi hissetmek, aynı anda birkaç işi yapabilmeye çalışmak, bir şeyler anlatmaya çalışmak, masalara vurmak, sesini yükseltmek… Belki de, çocukken oynadığımız evcilik oyunundan pek de farklı olmayan bir oyun bu. Bize bu oyunda verilen rollerin esiri miyiz yoksa? O roller, “asıl benliklerimiz” olmaz ise olur mu acaba? Nerede o asıl benlikler?

 

Bir yandan süren özel hayat kaygıları eşlik ediyor güne. Arayıp sormayan sevgililer, ilgi göstermeyenler, terk edip dönmeyenler, başka birinden hoşlananlar… Düşünecek, kaygılanacak o kadar çok şey var ki… Korkular, korkular… Okunan burçlar, baktırılan fallar ile duyulmak istenen birkaç umutlu cümle… Bilinçaltı çalışması, enerji çalışması, melek çalışması derken bu uğurda harcanan zamanlar, paralar… Ne için? Eldekine sıkı sıkı sarılıp, inatla korumak için, bütün isteklerine hemen şimdi kavuşmak için, her şeyin istenilen gibi olması için… İstediklerimizin bizim için hayırlı mı peki?  “Ne olursa olsun ama olsun!” demek değil mi bu? Aşk ve hırs iki kardeş mi yoksa? Mutluluk nerede burada, aşkın arkasına mı saklandı?

 

Akşam ev yolunda radyoda haberler… Evde televizyonda haberler… Hep birlikte yapılan şahitlikler… Hak yemek ve hakkını korumak üzere sanki bütün temalar. Doğanın bu mücadele içinde birden kendini göstermesi sonra… Depremle, selle, karla, ölüm ile… Nasıl uğraşırsan uğraş; ne için, ne kadar uğraşırsan uğraş ne kaldı elinde? Bir anda gidiverenlerin arkasından, gözleri yaşlı ve çaresizce bakakalıverdi insanoğlu defalarca… Hatırlamalı…

 

Hep çare peşinde koşmak, ne pahasına olursa olsun her şeyi denemek, elindekini kaybetmemek için, daha iyiye kavuşma hırsı ile uğraşmak, çabalamak… Hayatta kalmaya çalışmak içgüdüsünden, belki de bütün bunlar… Olanı olduğu gibi kabul etmek ise, neden bu kadar zor? Farkındalık ile olanı kabul, anın ve sahip olduğunun keyfini çıkarmaya çalışmak, teslimiyet bu kadar mı zor? Yoksa kolay olan aslında bu da, biz zor olanı mı seçiyoruz? Çaresizliği öğrenip, bu histe kendimizi güvende hissedip, başka bir yola çıkmaya cesaret edemediğimiz için mi?

 

Figen Bıyık – Yüksek Topuklar
figen@yuksektopuklar.net