O’nun bana bakması demek, içimi görmesi demekti… O’nun bana sarılması demek, tüm benliğimi kuşatması demekti… O’na bakmak, gözlerimin varlığına şükretmek demekti… O’nu sarmak, ellerimin teninden içeri geçmesi demekti… Çünkü O Cihan’dı, Çünkü O, isminin anlamını taşıyordu: benim dünyamdı… Varlığım, yokluğum; ölümüm, kalımım; gülümsemem, ağlamam; hareketsizliğim, titreyişim, durgunluğum, heyecanım… Çünkü O, benim Cihan’ımdı…


Yıllar yıllar önce Cihan’ı gördüğüm ilk anda “gözleri bir başka güzelmiş” deyişimi, bana baktığını hissettiğim o anda içimin titreyişini, onun öpmenin nasıl bir şey olacağının hayalini kurduğumu unutmadım.  Zaman geçip de beni sevdiğini, önemsediğini en içimde hissettiğimde “senin beni sevebileceğini, önemseyebileceğini biliyordum ama kıskanabileceğini, sahiplenebileceğini bilmiyordum” diye yazdığımı hiç ama hiç unutmadım!


O Cihan ki birlikte yaşadığımız birkaç günün sonunda “senin yükselen burcun Akrep olmalı” dediğinde “mümkün değil, Terazi benim yükselenim” cevabını vermiş; ısrarı üzerine bir astroloğa danışmış ve Cihan’ın söylediğinin doğru olduğunu öğrenmiştim. “Sen nereden biliyorsun?” dediğimde “bu şeytani zekâ, bu içinde yanan ateş, bu derin bakışlar, bu yüksek enerjinin arkasında ancak Akrep burcu olabilirdi” cevabını vermişti. Cihan, bu kadar kısa bir zamanda nasıl oluyordu da beni bu kadar iyi tanıyabiliyordu? Çok geçmeden cevabımı buldum: ben Cihan’dım; o Feraye… Yani biz, birbirimizdik yani biz Özdemir Asaf’ın şiiriydik: “’Kim o?’ diye sorma boşu boşuna, benim ben! Öyle bir ben ki kapına gelen, baştanbaşa sen!” Cihan ve Feraye; Semerkant romanıydı: “İran’da başlayan Atlantik’te bitmeyen bir serüven!” Feraye ve Cihan; Ömer Hayyam’ın dörtlüğüydü: “Sevgili, seninle ben pergel gibiyiz: İki başımız var, bir bedenimiz. Ne kadar dönersem döneyim çevrende er geç baş başa verecek değil miyiz?”


Çok çok zaman sonra yeniden onun için hazırlanmak, yeniden aynada görünen kadını beğenmek, yeniden “sen diye ölüyorum, öldürme!” diyebilecek kadar çok özlenen adamı görmek, konuşmak, dokunmak: Tanrım, ellerine sağlık; karşıma çıkardıkların hep çok güzel!


**


Cihan’ı yeniden göreceğim o gün geldi: erkenden uyandım. Sıcacık bir banyo yaptım, yeni aldığım hafif göğüs dekolteli siyah elbisemi giydim, parmağıma kedili bir yüzük taktım, çantamı aldım ve evden çıktım. Görüşeceğimiz mekâna geldiğimde, buluşma saatimize daha çok vardı ama önemli değildi: Cihan’ı yirmi dakika daha bekleyebilirdim.  Zamanın geçmesi için sağa sola baktım, Cihan’ı gördüğümde neler hissedeceğimi düşündüm, Cihan’a nasıl görüneceğimi düşündüm…


**


Cihan geldi, Cihan bana doğru yürüdü, Cihan bana baktı, Cihan bana gülümsedi! Bir adamın bakışları hiç mi değişmez? Bir adam hep bu kadar güzel ve muzur mu güler? Bir adam, görülmeyi görülmeyi bu kadar mı güzelleşir? Aylardır görülmemiş, konuşulmamış bir adam nasıl olur da bu kadar tanıdık, bu kadar yakın, bu kadar can hissedilebilir? Aklım almıyor, ruhum bedenime sığmıyor: inanamıyorum Cihan karşımda!


**


Yüzünün güzelliğine bakmaya kıyamıyorum, bakışlarımı kaçırıyorum; sanki ben biraz dikkatlice baksam, nazar değecek diye korkuyorum. Konuşamıyorum, konuşmak istemiyorum, hep o kadife sesini duymak istiyorum. Nasıl özlemişim, nasıl susamışım, nasıl acıkmışım Cihan’a… Benimle konuşsun, bana baksın, bana gülsün, bana kızsın, beni sarsın, beni alsın ne yaparsa yapsın… Heyecanımdan peş peşe sigara yakıyorum karşısında otururken “yemin ederim normalde bu kadar sigara içmiyorum” diyorum, gülüyor.


**


Cihan konuştu: “Beni seni o kadar iyi tanıyorum ki bugün buraya gelirken üzerinde ne olacağını, saçlarını nasıl yapacağını, parmağına takacağın yüzüğü dahi biliyordum. Kim olduğunu biliyorum çünkü sen bana aitsin! Bizim ruhlarımız iç içe geçti, ruhlarımız birleşti seninle. Seni bir daha aramamak için kendime söz verdim, yeminler ettim ama yine karşındayım. Seninle ne yapacağım ben? Bu geri gelmeler, kopmamalar nedir bana söyler misin? Sen, benim küçük kızım, hiç büyümeyecek misin? Peki ya ben, yaşı senden çok büyük ama kalbi seninle aynı yaşta Cihan? Ne yapacağız bizi? Sürekli dekolteni kapatmaya çalışma, seni görebilmem için benim o dekolteye, oradaki küçücük pencereye ihtiyacım yok çünkü sen bana aitsin! Seni çekici bulmadığımı mı söylüyorsun? Sahtekârlık yapma! Beni istediğini söyle; bildiğimi, duymak istiyorum!”


**


Yaklaşık iki saat oturduk, konuştuk, bakıştık, gülümsedik, öfkelendik ve ayrılma saatimiz geldi. Masadan kalktık, mekânın çıkış kapısına geldik, “Feraye, dur bir dakika” dedi, Cihan’a döndüm, aramızdan kuş tüyü bile geçemeyecek kadar yakındık. “Cihan, al beni; ne yaparsan yap!” dedim. “Lütfen Feraye, bu benim için de çok zor” dedi. “Seni istiyorum” dedim. “Sana ‘hayır, olmaz’ diyeceğim için kendimi öldürebilirim ama hayır, olmaz Feraye” dedi. Dudaklarım titredi, “peki” dedim, “gel yanağından öpeyim”. Öptüm, bir daha öptüm…


**


“Ben biraz yürüyeceğim” dedi, arkasından baktım, geri dönüp bakmadı ben de yürüdüm, bir çay bahçesine oturup küçük defterime şunları yazdım: “güzel ne güzel olmuşsun görülmeyi, görülmeyi…” Bir şarkı çalmaya başladı: “O çağlayan ruhun sakin tavırlar ardına gizlenecek mi yine?  Yıllar geçtikçe sıradan mı olacaksın yoksa yenilmeyip zamana sevdiğim gibi mi kalacaksın?”


**


Eve geldim, Cihan’a bir e-mail gönderdim, cevabını bekledim…


 

Feraye


Feraye Demir
Yüksek Topuklar – Köşe Yazarı
ferayedemir@gmail.com


Tüm Yazılarımı Okumak İçin Tıklayın!