Ellerini, yüzünü, saçlarını okşuyorum. Gün gelip gittiğinde, aklımda resmi kalsın, kazınsın diye uzun uzun seyrediyorum.
Bildiğim ama unuttuğum şeyleri hatırlıyorum. Sakladığım o küçük kız çocuğu, yavaşça çıkıyor yerinden. Şaşkın gözlerle etrafı izliyor. Bir ayağı hala kapının arkasında, ilk gözyaşında içeri kaçıp saklanacak. Bu bile ne büyük bir adımdır, aşkın aşamalarını ezberlemiş biri için? Öğrettiğimden fazlasını öğrenmeyeli, bir adam başucumda kitap okumayalı çok olmuştu. En güzeli, hiç bitmeyen sohbetler, sanki bir çağlayanın ucunda durmuşum, kana kana içiyorum. Kelimeler beynimde dans ediyor. Sözcükler kaybolacak diye, odanın camını açmaya korkuyorum.
Ruhu bu dünyaya ait olmayan bir adamdan bahsediyorum. Sanki buralara yabancı, her şey onu şaşırtıyor. Bu kadar da olur mu diye soruyor bazen. Olur, neden olmasın derken utanıyorum.
Ne kadar kirlendiğimi fark ettim. Hayatıma girmiş sevgilerin, kahpe dostlukların, kadınların, erkeklerin, vazgeçtiklerimin, bırakamadıklarımın, yeminlerimin, kırgınlıklarımın, yaşam kavgasının, en çok aşktan kalan artıkların, ruhumu sarışlarını gördüm. Kadın halimle bunca bilmek bana mı yakışırdı? O nasıl korudu kendini bu dünyanın pisliğinden? Onun anlattığı hiçbir olaya, insana, duruma şaşıramadım. Hepsi doğaldı, burası dünya ve hepsi insan için, insana ait. Aslında onu dehşete düşüren de bu değil mi? İnsana ait olmaması gerekenlere maruz kaldıkça, ne kadar üzüldüğünü gördüm. Ben çarkın içindeki dişlerden biriyim. Yaşam kavgasında siyahlaştıkça, daha güçlü duruyorum. Mecburum! Başka bir hayata geçmek aklıma gelmedi ki! Ama içimde kimsenin ulaşamadığı, kirletemediği, zedeleyemediği, tertemiz kalmış, koruduğum bir yer var. İşte, o saflıkla seviyorum bu adamı. Hiç dokunulmamış kıyısından yalnızlığımın, koruduğum asi başkaldırışlarımın arasından uzanıyor ellerim ve kalbine sızarak saklıyorum kendimi.
İlk defa dün gece istedim. İstedim ki, bu kargaşadan kaçıp gidelim birlikte. Bahçesi olan ama mutlaka deniz gören bir evi, yuvaya çevirelim. Serin bir ilkbahar gecesinde, bahçeden daktilonun sesi gelsin, ben mutfakta çay demleyeyim. Bir bardak çayın yanında, sırtına üşümesin diye hırka getireyim. Fırındaki tarçınlı kekin kokusuna karışsın, bahçede renk vermiş sümbülün kokusu. Salıncakta, elimde kitabımla otururken, içim geçsin. Daktilonun sesi bana ninni gibi gelsin. Bu sefer, o getirip üstüme örtsün omzundaki hırkayı, gözlerimi açıp, uyumadığımı söyleyeyim, en büyük yalanım olsun, göz gören rüyalardan uyanışlarım. El ele girelim içeli, kaç yıl geçmiş olsa da aşkımızın üzerinden, dokunmanın büyüsü kalsın. Sevişelim gecenin ortasında, kulağımda “kadınım” diyen sesi yankılansın.
Bu hayallerin içinde yakaladım kendimi, silkelendim. Baktım elinde bir tespihle, o da başka bir hayale yolculuk yapıyor. Yok, yok! Herkesin ortasında çekilen, delikanlı tespihlerinden değil bu, kehribar taşından yapılma, baba mirası, kimsenin onun elinde görmediği, aralarında özel bir bağ bulunan, hep yanında, cebinde duran, kaybolursa diye endişe ettiği, eksikliğini hissettiği ve hikayesi olan bir tespih. Bir an çok kıskandım o kehribar tespihi, yerinde olmak istedim. Yerinde demek doğru olmaz belki, değerinde olmak istedim.
Birden fark ettim ki, hangi sosyal konumda olursa olsun bir kadın; istediği kadar güçlü, ayakları yere basan, tek başına direnen, kadın haklarını savunan, yani ne durumda olursa olsun; yüreğinde gizli kalan bir yerde, ait olmayı hissetmek ister. Hiç önemli değil, çok zengin, çok kültürlü, zeki, özgürlük peşinde, bağımsız, güçlü, hangi sıfatı ekleseniz yanına; kadın bazen küçük bir kalbin içine girip sığınmak ister. Sevilmek, güvenmek, huzur duymak ister. Bazen bir erkeğin kadını olmak ister ya da kehribar bir tespih…
Candan Ünal
Yüksek Topuklar Aşk ve İlişkiler Editörü
Candan.unal@yuksektopuklar.net
*Tüm hakları Yüksek Topuklar.net’e aittir. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.