Gün ışığı gibi ışıltılı, bir bakışla ruhumu görebilen muzur gözlerini, beni sımsıkı saran güçlü kollarını, ismimi söyleyip de ismimi sevdiren bal tadında dudaklarını, hep ama hep göğsümde saklamanı istediğim saçlarını, içinden içime aktıkça beni çoğaltan buğday parlaklığında kasıklarını neden anlatamıyorum, güzelliğince?

 

Seni, sen yapan sokaklarında yürüyüp, hangi köşeden dönsem karşıma çıkan zekânı, her durumu herkesten başka yorumlayabilen ve zehir gibi çalışan beynini, her gelişinde bana emanet ettiğin yeni kelimelerin değerini, kucakladığım mahrem duyguların ateşini, farkında olarak yaşayan ruhunu neden anlatamıyorum, güzelliğince?

 

Can’la bir fincan kahvenin bazen de bir bardak çayın etrafına oturup, seni anlattığımda gözlerimin rengi değişiyorsa; kelimelerime ne oluyor? “Tamam, ben O’na âşık olduğum için böyle anlatıyorum ama O’nu bir tanısan; sen de hayran olursun” diyorsam; şimdi neden yazamıyorum? “Öyle deme ama çok hoş adam” cevabını aldığımda gülüyorsam, sevdiğim sevildiği için gurur duyuyorsam; nereye kayboluyor bu kelimeler? Bazen, yolumuzun ayrılabilme ihtimalini düşünüp korkarken ve sonunda canımın yanacağını iyi bilirken; “beni biri yakacaksa; sen yak” diyorsam; şimdi neden yazamıyorum?

 

Peki, madem ben anlatamıyorum, içinde olduğum güzel aşkla sıfatlarımdan arınıyorum ve kelimelerimi kaybediyorum; o zaman benim yerime, Nazan Bekiroğlu anlatsın…

 

“Ey ismimin bütün harfleri, ey benim benliğim, benliğimin seni. İçimde tecelli bulan latif esmasınca, her anımın şimdisi. Her gecikmişliğimin telafisi… Arttır kelimelerimi, göster yüzünü, cennetlik et beni. Dünyanın son gününe kadar yaşasam, bambaşka bir gözle görmüşlüğüm, görülmüşlüğüm… Çünkü cennette gördüğüm, görüldüğüm. Gençliğini gördüğüm, gençliğine görüldüğüm.

 

Bir esenlik bahçesinde zorlamışlığım, zorlanmışlığım. Sınadığım, sınandığım. Sınavım. Kaybım. Kaybımda kazancım. Bu nedenle yeri hiç kimseyle dolmayacak olan ve yerimi doldurmayacak olanım.

 

Etin etimden, kemiğin kemiğimden… Ay ışığında oku harflerimi, ay ışığında yaz nameni. Senden önce öleyim ki ölümden korkma! Benden evvel öl ki ölümden korkmayayım! Öyleyse dirimim gibi ölümümde de arkadaşım. Ey benim yaradılışım, yolunu kaybetmiş yol arkadaşım.

 

Aç kapılarını. Elinle koymuş gibi bıraktığın yerde bul beni. Gel neredeysen, cennet olsun yeniden…”

 

 

Feraye Demir
Yüksek Topuklar – Köşe Yazarı
ferayedemir@gmail.com