Gidip gelmelerimizi, öfke nöbetlerimizi, özlemekle yanan kalplerimizi, tutkulu kavuşmalarımızı, şiddetli ayrılıklarımızı bilerek ama en çok birbirimizi mutlak aşkla isteyerek yeniden bir aradayız. Beni, Cihan’ı, ilişkimizi düşünürken aklıma Sabahattin Ali geliyor; bir mektubunda şöyle söylüyordu: “her insanın içinde sonsuz teller var ve herkeste başka başka. Bazen iki kişide aynı sesi veren bazı teller bulunuyor, o zaman ‘birbirimizi bulduk!’ diyorlar. Fakat yalnız bu teller çalındığı müddetçe… Diğer tellere geçildiği zaman arada ne dehşetli bir ayrılık olduğu meydana çıkıyor.” Bir kere daha düşünmeye sevk ediliyorum; içimizdeki tellerden birbirine benzemeyen sesler çıktığında neler yapıyorduk, neler söylüyorduk hatırlamaya çalışıyorum. En reddedildiğim anlarda dahi “seni sevmeyeceksem kimi seveyim?” diye sorduğum, Cihan’ın ise “sakın gözüme görünme” dediğim anlarda dahi yanıma gelip “âşık olduğum kadın için boyun eğmeyi öğreneceğim.” deyişini anımsıyorum.


İnanılır gibi değil, 23 yaşımdan bu yana bazen kesintisiz, bazen kopuk kopuk hayatımda olan ve hayatında olduğum bir adam var. Yıllar nasıl geçti, nasıl bu kadar çabuk geçti? Ben neler yaptım, Cihan bunları nasıl değerlendirdi? Pencere kenarındaki koltuğuma oturmuş papatya çayımdan yudumlarken işte, tam bunları düşünüyordum; telefonum çaldı. “Sana bir e-mail gönderdim, uygun olduğunda bakar mısın?” dedi Cihan, hemen baktım. Okuyunca anladım ki O da benim gibi düşünüyormuş, muhakemeler yapıyormuş ama benden bir adım öteye gitmiş ve sorularına, sorularıma yanıt bulmuş. Bana şöyle yazmış:


“Feraye, ayrılıklarımıza rağmen gönderdiğin şefkatli kelimelerle beni sarıp sarmaladın. Şimdi, küçücük ellerinle ve gövdenle, üzerime duygulardan örülmüş bir yorgan örtüyorsun. Omzunla boynun arasındaki sıcak çukurları yani kaynağını koklayıp sana doluyorum. Varlığın, varlığımın adımlarını hızlandırdı; kelimelerim güzelleşti, beni değiştirdi. Söz veriyorum: keskinleşmiş kanatlarım akışkanlık kazanacak. Çünkü sen, bana doğru süzülerek o sıcak boşluktan geldin; havadayken tutarım seni, yere düşürmeyeceğim.


Derin, duru gözlerin bana, benliğimi unutturuyor; yok olmaktan korkmuyor, sonsuz teslimiyetle sana kendimi bırakıyorum. Sana sımsıkı sarılırım, daha da sıkı sarılırım; birazcık canın acır, usul usul ‘ay’ dersin, biterim buna ben! Bakarsın yüzüme, öpersin dudaklarımdan, kokunu gönderirsin kalbinden daha sıkı sarılırım. Tüm vücudumla seni sarmak, içime almak ve içine dolmak isterim.


Canımı yaktığın, terk edip gittiğin, öfkelendirdiğin anlarda bile gözlerimin önünde ışık selini andıran yüzün dururdu; kalbimi yok sayıp tüm kararlarımı aklıma bırakırdım. Ne var ki sen, bu anlarda bile şefkatle, sakinlikle, kalbinle gönderdiğin kelimelerin güzel tadını bana vermeye devam ediyorsun. Bir keresinde sen bana söylemiştin, şimdi ben sana söyleyeyim çünkü bunu en çok sen hak ediyorsun: varlığım, varlığına armağan olsun Feraye!”


Okudum, okudum, bir kere daha okudum. Türk filmlerinde mektup okunurken, yazan kişinin sesi duyulur ya hani, onun gibi Cihan’ın sesini duydum, gözlerim doldu. Mutlak aşkla varlığına bağlanmışken, bazen yokluğun yarattığı varlığa sarınırken ama ne olursa olsun “Cihan!” diyerek ismini söylerken şimdi içimdeki telin aynından bir tane daha bulmak ve zaten hep orada olduğuna inanmak… Nasıl tarif edebilirim ki? Bu hep böyle oluyor; içime dolup taşan aşkı anlatmak istediğimde kelimelerim kayboluyor. Kendimi de anlıyorum; insan, mutluluğu yaşıyor, mutsuzluğu yazıyor. Yani evet, mutluluğun varlığında kelimeler yok oluyor ama varsın olmasın, ne çıkar? Benden önce söyleyenler, aşkı anlatanlar var öyle değil mi? Edip Cansever benim adıma söylese olmaz mı?


“Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle

Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil

Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk

Birleşiyoruz sessizce.”


 

Feraye


Feraye Demir
Yüksek Topuklar – Köşe Yazarı
ferayedemir@gmail.com


Tüm Yazılarımı Okumak İçin Tıklayın!