“Bırak vehmimde gölgeni” diyebilecek gibi sevebilmek. ‘kadar sevebilmek’ değil. Öyle ki, sırf o ‘var’ diye gururlanıp, huzur ve tazelikle her gün belki hiç göremediği yüzün belki hiç duyamadığı sesin belki hiç dokunamadığı kalbin uğruna bir güne daha, olursa bir gün diye, pırıl pırıl başlamak isteyecek gibi.

Ona erişemediği her gün, bir dakika sonra kapıdan girebileceğini, bin dakika sonra hala gelmemiş olabileceğini tastamam bildiği halde, sanki basarmışçasına neşeli ve enerjik yasayabilecek gibi. Sanki o varmış gibi.

Onun olmayan varlığı nedeniyle bir başkasıyla asla doldurulamayacak kocaman bir tek başınalığı da sırtında taşıma yüküyle giderek yorulup, yok olmaktan korktuğu kadar yok olmak isterken bile her sorana ‘çok iyiyim, sen nasılsın?’ diyebilecek gibi.

Bir vahamet ki ancak onun gölgesiyle lezzetli, ancak onun bir şekilde değmesiyle anlamlı. Bu hiç değilse değen gölgeyi arzuyla gereksiniyorken vehminde yanmazsa yaşayamayacak gibi.

En son artık onun mükemmeline onsuzlukta erişip, kusurlu aslının gelmesinden korkup, onu hayattan men edecek kadar.

Vahametin büyüklüğüne bakar mısınız?

Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze oluyu mezar,
Ne de şeytan bir günahı,
Seni beklediğim kadar.
Geçti istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni,
Gelme, artik neye yarar?
Necip Nazil Kısakürek

A.