Karanlık ve diğer arabaların yansıyan ışıkları ile daha da zorlaşıyor görmek, görebilmek… Arkadaşıma bakıyorum ve gülümseyerek “Hadi felsefe yapayım sana… HAYAT gibi değil mi şu an?” diyorum. O da gülümsüyor. “Ne gideceğimiz yer belli, ne de geldiğimiz yer… Sadece olduğumuz yer, yani şu an var.”diye devam ediyorum. “ Evet” diyor. “ Aynı FİL hikâyesi gibi. Karanlık bir odada bir FİL varmış. Karanlık odaya girenlerden biri Fil’in bacağını, biri hortumunu, biri kulağını tutmuş ve herkes tuttuğu şeyin FİL olduğunu sanmış.”.
Hepimiz bir yerinden tutuyoruz hayatın. Aynı şartlarda, belki de aynı mekânlarda o kadar farklı hikâyeler yaşıyoruz ki… Ünlü bir sözün özetlediği gibi işte: “Güneş herkes için doğuyor da, her kişiyi farklı ısıtıyor”.
Aynı ilişkinin içinde, iki taraf aynı şekilde hissediyorum dese de olmuyor işte. Aynı yok. Benzer? Belki benzer ama AYNI yok. Kendimizce ve kendi ayakkabılarımızın içinde durarak görüyoruz ilişkiyi. Konuşuyoruz ve anlaştığımızı sanıyoruz. Bir şeyler söylüyoruz. Söylediklerimize, sözcüklerimize, anlattığımız şeye ve söyleme biçimimize o kadar inanıyoruz ki, aynı şekilde anlıyorlar bizi sanıyoruz. Anlamaya çalışıyor diğerleri bizi aslında. Anladıklarını da sanıyorlar. Biz de anlaşıldığımızı… Algılar ise gerçeklerden o kadar farklı ki. Kelimelerin anlamları bile kişiden kişiye değişiyor. Siz bir şey söylerken, imgelediğiniz şey ile karşınızdakinin algıladığı birbirinden farklı olabiliyor. Belki benzer ama FARKLI.
Bütün bunlar samimiyet içinde olan ilişkilerde bile böyle. Bir de samimi olmayan ve oyun gibi ilişkiler var ki işte onlar tam bir yalan. Kadın ve erkek aynı evde. Aynı odada. Aynı masada. Aynı yatakta. Mekân aynı. An aynı. Ancak algılar farklı. Herkes bir yerinden tutuyor o anı, payına düşeni yaşıyor. Payına düşeni mi? Aslında konu biraz daha planlı. Bu kadar rasyonel olmak ve düşünmek insanın içini sızlatıyor biliyorum. Benim de sızlıyor, ama gerçek böyle işte. Peşinde olunan kişisel hedefler ile kurgulanan hayatlar ve o kurgunun içinde “iyi duracağı düşünülen” kişiler…”Şunu elde etmem için, şöyle bir eşe ihtiyacım var.” diyerek yola çıkılan evlilikler…
MUTLULUK denince çoğumuzun aklına gelen imge: El ele yürüyen yaşlı bir çift… Yıllarca hayatı paylaşmış… Nice güzel, nice zor anlar yaşanmış. Hep birlikte olunmuş. Gülünmüş de, ağlanmış da… Resim bu. Ancak “görünen” ile “olan” aynı mı?
Bir erek için çıkılan yolda, iş ortaklığından hiç farkı olmayan bir ilişki… “Proje yönetimi” titizliği ile geçen yıllar. Farklı dünyaların aynı mekânlara sığması. Başkalarını kandırdığını sanırken, aslında kendini kandırmak. Mutlu çift görüntüsü. Mutlu çift aktiviteleri. Kaybedeceklerini göze alamadan sürdürülen ilişkiler. Korkular… Amaçlanılan yolda ilerlerken kurulan ortaklıklar. Son kare: el ele yürüyen yaşlı bir çift.
Belki bunları bilmek lanetlenmek… Hayat daha zor bilince. Kime nasıl güveneceğiz değil mi? Kendini bilince insan, diğer kişiye güvenmek daha mı zor ne? Kişi karşısındakini kendisi gibi bilir çünkü. Bir yandan da şans “bilmek”. Gerçek zor, ama gerçek her zaman acı olmayabilir. Korkunun ne faydası var? Çözüm ne peki “sanal, kurgu ve proje” ilişkilerden korunabilmek için? Kendine odaklanmak, kendine dürüst olmak ve cesaretle dışarıdan bakabilmek olabilir mi?
FİL’İ, karanlıkta tuttuğu kulaktan ibaret sanmak, huzurlu bir his belki ama ışığı açıverip asıl FİL ile yüzleşmekten kaçınmamalı… İlk anda heybetli ve korkunç, ama çok da sevimli ve gösterişli değil mi alışınca?
Figen Bıyık – Yüksek Topuklar