Yolun karşısına geçmek istedim ve birden bir arabanın önüne atladığımı son anda fark ettim. Evet, neredeyse bir araba beni eziyordu. Adam acı bir frenle durdu, öfkeden ve aslında daha çok korkudan nefes nefeseydi. Trafik durmuştu. Kornalar, bağırmalar, küfürler… Galiba dünya zihnimin sesini durdurmam gerektiğini, bana kendi gürültüsü ile hatırlatmaya çalışıyordu. Hani birine sesinizi duyurmak için, sesinizi daha da yükseltirsiniz ya. Aynı öyle…

Ben ise karşıya geçmiş ve şaşkındım. Adam hala arabanın içinde ve camı açmış bana küfrediyordu. Haklıydı çünkü bir milimetreyle arabanın altında kalmaktan kurtulmuştum. Bir yayaya trafikte zarar vermek, vicdanı rahatsız edici bir olaydı. Korkuyordu bu histen hep -herkes gibi- ve ben “korktuğunun başına gelmesini” sağlamıştım. Ben yolun karşısında, tüm bu küfür ve gürültüye arkamı dönüp öylece durdum. Bir devekuşu gibi. Sadece durdum kendimi soyutlayarak bu resimden. Arada korku ile arkamı döndüm ve mahcup mahçup bakabildim sadece sessizce. Şaşkındım.

Bir iki saat sonra yaşadığım tecrübenin ağırlığı üstüme çöktü. Sanırım hayat bu kadar basitti: Ölümle aramızda bazen sadece bir milimetre ya da bir saniye kalıveriyor.

Yaşamın kuralları bu kadar basit de bizler çok komplikeyiz ya da komplike ve karmaşık olmayı beceri sanıyoruz. Düşünce yapılarımız komplike. Ancak çoğu zamanımızı gevşemek ve sadeleşmek için harcıyoruz artık. Spirituel akımlar, meditasyon, tasavvuf, hobiler, spor vs ile uğraşıp dinginleşmeye ve sadeleşmeye çalışıyoruz. Sadeleşmeye çalışırken ise daha da mı karışıyoruz acaba?

Ne karıştırıyor zihnimizi? En çok “etiketler” bence. Etiketler ve kategoriler ile bakıyoruz hayata. Yargılıyor ve hemen etiketi yapıştırıyoruz insanlara, olaylara. Etiketlenmekten hiç hoşlanmıyorum. Kim hoşlanır ki? Oysa artık her şeye etiketler ile bakıyoruz.
Bir yazarın kitabını sevdim ve alıntılar yaptım diye, ya da konuşmasını beğendim diye; onun ve ait olduğu (!)  topluluğun bir parçası olabilme olasılığımın düşünülmesi beni üzüyor. Ama aynı şeyi ben de yapmıyor muyum zaman zaman? Ama ne tasa! Hoşlandığım her yazarı okurum, her müziği dinlerim. İçindeki mesajı alayım yeter. O mesaj kalbimde bir şeylere dokunsun yeter. Bana dokunsun yeter. Ama farkındalıkla bunu yapmalı. Farkındalıkla incelemeli. Ne amaçla yazıldığı ya da arkasındaki güçler hakkında farkında olmak çok önemli tabii. İnce bir çizgi var yine bu ikisi arasında, yani ölümle yaşam gibi… Bir milimetre, bir saniye, ince bir hat… Kaptırabilir insan kendini.

Geçmişteki tecrübelerimiz “şimdi” algımızı etkilemiyor mu? Olduğu gibi görebiliyor muyuz dünyayı? Korkularımızla bazen, gözümüzün önündekini fark etmiyoruz. Korkmadan, cesurca aynaya bile bakamıyoruz kimi zaman.

“Ne olur beni kategorize etme! Etiketleme! Kalıplama! Özgür değerlendir beni. Zaten özgür olmak o kadar zor ki şu dünyada… Düşünce kalıplarımız, geçmişe, kurallara, korkularımıza öyle saplanmış ki. Bu nedenle ne olur beni özgür algıla! Ben sade, hafif ve özgür olma peşindeyim ve tabii tam ve bütün.”

Bunlar çıkıyor ağzımdan mırıldanarak. Bağırıyorum aslında avaz avaz. Derinlerde bir yerde öyle eminim ki herkesin bu sözlerin altına imza atacağına. İşte kalem!

Figen Bıyık – Yüksek Topuklar
figen@yuksektopuklar.net

Tüm Yazılarımı Okumak için Tıklayın!