Hâkim de kendimiz, sanık da, tanık da… Davalı da biz, davacı da… Elimizde bir kılıç, bir savaş içinde olduğumuzu düşünerek yaşanan yıllarla yüzleştiğimiz anlar. Kendimizi korumak için yapılan, “gereksiz” ama o an “çok gerekli” sanılan mücadeleler… Asıl kendimize karşı yaptığımız mücadeleler… Kendimizle savaşlarımız… Çok uğraştık kendimiz ile çok.

Yaşadık, eminim… “Ben demiştim” dedik bir olay sonunda. Haklı çıkmak mutlu etmedi ama bizi? Hem haklı, hem de mutsuz olunabilirmiş, öğrendik. Uyarsak da kendimizi, uyarsak da karşımızdakini olacak oluyor işte. Aklımıza gelen başımıza geliverdi zaman zaman. Siz tecrübe deyin, ben sezgi… Bir şekilde, en başlarda kafamızda kurduğumuz senaryo, aynen gerçekleşti. Önlem aldık mı? Belki… Önlem alınca daha mı az üzüldük ya da zarar gördük peki? Hayır. Bile bile ateşlere yürümek bu olsa gerek ya da bile bile lades. Kaybedeceğini bilerek oynamak ya da kısaca vazgeçmek kendinden.

Doğamız bizi tehlikelere korumak üzerine kurulu aslında. Öyle yaratılmışız ki, bedenimiz, ruhumuz ve zihnimiz için alarm sistemleri mevcut. Alarm çalınca duymamak mümkün mü? Hepimiz her alarmı duyuyoruz. Duyuyoruz da hemen kapatıyoruz belki de. Erteliyoruz zaman zaman da… Yok sayıyoruz. “Konduramıyoruz” işte. “Yakıştıramıyoruz” kendimize.

Başka bir açıdan bakarsak da; kimi zaman iyi ve güzele, mutluluğa o kadar açız ve özlem doluyuz ki, bu özlem ile apaçık ortada olanları göz ardı etmek bu yaptığımız. Bir telaş içimizde. “İşte buldummm, evreka!” çığlıklarımız, “Dur, yapma!” diyen sezgilerimizi örtüyor belki de. Duyuyoruz da dinlemiyoruz işte…

Yaşadık, eminim… Gülerek uyandık bazı sabahlar uykumuzdan. Yüzümüzde aptal gülümsemeler oldu gün boyu. Daldık gittik derinlere durup dururken. Kalbimiz çarptı delicesine. Ellerimiz terledi, dizlerimiz titredi, nefesimiz sıklaştı. Herkese anlatmak istedik tekrar tekrar. Bekledik durduk, büyük bir umutla. Yolda yürürken zıplayıp “Yaşasın!” demek geldi içimizden. Yapmış kadar olduk, yapmasak da…

En yakınımız görünenlerle uzak kaldık zaman zaman. Uzaklıkla yüzleşince üzüldük ve üzdük. Değişir mi durum diye şans tanıdık ama olmadı. Yıllarca değişmeyen şimdi değişemedi. Canımız çok acıdı. Sadece ağladık ama anlatamadık.

Eminim… Sevdiğimiz gibi sevilmedik. Sevildiğimiz gibi ise sevemedik. Dengeydi dünyayı döndüren ama biz dengeyi bazen çok zor sağladık. Akıp gitmeye çalışırken tıkandık kaldık. Ne yapılması gerektiğini çok iyi bildik, ama yapamadık.

Yaşadık eminim… En güzeli de en kötüyü de. Yaşadıklarımızı etiketledik: İyi ya da kötü diye. İnsanları etiketledik: Öyle ya da böyle diye. En çok da kendimizi etiketledik, kendimizi hırpaladık: Sen hep böylesin, şöylesin diye…

Ancak sonradan öğrendik: Olayların dışına çıkınca ve “tanık” gözlerle bakınca yaşamımıza her şey daha kolaydı. Kendimizi sevmek ile başlıyordu her şey. Kendimiz ile barışmak ile… Kendimizi affetmek ile… Yorumlarımızdı olayları değiştiren… Her tecrübemizin içinde, iyiliğimize bir fayda gizliydi. İster kötü olsun, ister iyi tecrübemiz, sadece “faydalı”ydı. Yorumlarımızı bu şekilde değiştirince, “dengeyi bulmak” da kolay oldu…”bütün” olabilmek de…

Yaşadık, öğrendik… Öğrendiklerimiz de hiç bitmeyecek… Hayat bir yazı tura oyunu işte… İster yazı çıksın ister tura… Kazanabilmenin yorumlarımıza bağlı olduğu ve hep kazanabilmenin mümkün olduğu, ancak kazandıklarımızı görmenin bazen zor olduğu bir yazı tura oyunu… Eminim…

Figen Bıyık – Yüksek Topuklar
figen@yuksektopuklar.net