Yaşıyla, yolun yarısına yaklaşmış bir arkadaşımla meyhanede oturmuş sohbet ederken, hafif çakır keyif olmuşken “çok aşığım bildiğin gibi değil” dediğimde “sen ve âşık olmak? Kimseye ihtiyacın yok gibi görünüyorsun” dedi. Şaşırdım. Benim gözümden Feraye; aşkla yaşayabilen, kimseye değil ama aşkı yakıştırdığı adama ihtiyacı olan, aidiyeti en yüksek derecede hisseden, sevgisini cömertçe, öfkesini cimrilikle gösteren bir kadındı. Ne yapıyordum da yıllardır beni tanıyan arkadaşımda “Feraye âşık olamaz” düşüncesine yol açıyordum? Sessizliğim, yabaniliğim, her sorana iyiyim deyişim, bulunduğum zamana odaklanışım, gözlerimin uzaklara gitmeyişi, yaralarımı kimseye göstermeyişim mi sebep oluyordu? Bilemiyorum.
Salondan mutfağa her geçişimde yan yana asılmış iki atkıyı görüyor, Ozan’ın “iki atkının güncesi” başlıklı iç dökümünü hatırlıyordum. Okumuştum ama yeniden okumak istiyordum. Acaba benim evimde de yan yana asılı duran iki atkı Ozan’ın güncesine benziyor muydu? Okudum da. Ozan’ı aradım. “Beni mahvettin” derken gözümden birkaç damla yaş geliyordu. Uzunca konuştuk telefonda, söz dönüp dolaşıp benim aşkıma, âşık oluşuma geldi. “Sen kendine âşıksın” dedi. Hayretler içinde kaldım. “Hayır, kendime âşık değilim. Âşık olan Feraye’yi seviyorum” dedim. “Evet, bu doğru olabilir” dedi. “Evet, çünkü o zaman çok güzelleşiyorum, bakışım değişiyor” eklemesini yaptım. 45 dakikalık konuşmanın sonunda bir kere daha kendimi düşündüm, neden hissettiğim gibi görünmüyordum? Benim bir maskem mi vardı ardına mı gizleniyordum? Kozasının içinde yaşayan bir ipek böceği olabilir miydim? Bilemiyorum.
Buraya kadar âşık olamayacak kadar sert görünen, kendine âşık olacak kadar garip Feraye’yi anlattım. Mahrem bunun neresinde? Yabani Feraye için bu kadarı bile fazlasıyla mahrem ama asıl o geceden kalanları yazmak istiyorum.
“Bu gece uyumalıyım” – “Bu gece beni uyutma” yalvarışlarımızın arasında “aramızda bir şey olmasın” – “Sadece benim ol” iç çekişleri de vardı… O gece onun olan ne varsa benim olmasını istedim. O gece, neyi varsa bana vermek istedi. O’nu sardım sımsıkı, bırakmadım. Bana sımsıkı sarıldı, bırakmadı. İçim sıcaklığıyla tamamlandı, çoğaldığımı hissettim. Riskli bir dönemde olup olmadığımı bilmiyordum, korunmuyordum. Sadece ondan gelecek her şeye sahip olmak istedim, göze almak istedim… Sabah uyandığımda eczaneye gider, hayatımda ilk kez, eğer oluştuysa hamileliği sonlandıracak ilacı alırım diye düşündüm…
Mutlu ve güneşle uyandığım sabahta ilk kahvemi içerken, O’nun yüzüne her bakışımda tıpkı O’na benzeyen bir bebeğin hayalini kurduğumu itiraf ettim. Zihnimi karıştırdım. Evet, çok uzunca süredir göz kapaklarımın ardında sakladığım bir sahne vardı: sımsıcak bir yaz günündeyiz. Sırt üstü yatağa uzanmış. Taze, pürüzsüz, yumuşacık teninde. tam göğsüne; saçları simsiyah, gözleri mavi-yeşil, teni bembeyaz bebeğimizi yüz üstü yatırmış. Kollarıyla nazikçe bebeğimizi sarıyor. Biraz uzaktan onlara bakıyorum, sevdiğim iki adama… Fotoğraflarını çekiyorum evimizin duvarlarını aydınlatsınlar istiyorum…
—
Öğle yemeği için şirketten çıktığımda ertesi gün hapını almak için önce eczaneye uğradım. Ertesi gün hapına “pişmanlık hapı” dendiğini orada öğrendim. İronik bir düşünceye kapıldım: pişman değilim ki! Ağır adımlarla yemek yiyeceğim yere doğru gittim. Masaya oturdum, ilacın açıklamasını okudum. Çok aç hissetmesem de zaman kazanmak belki de içimde bir bebeğin yaşadığını bilerek biraz daha hayat vermek için yavaşça yemeğimi yedim. Aylar önce “kesinlikle doğurmak istemiyorum, çocuklardan sıkılıyorum” diyerek canhıraş çığlıklar atan ben, neredeyse O’na haber bile vermeden içimde yaşıyor olduğuna inandığım bebeği doğurmak istedim. Vücudum, ruhum; ekmek gibi su gibi bu bebeği istiyordu. Fazlasıyla duygusal, gerçeklikten uzak düşündüğümü biliyordum ama bir ihtimale inanmak istiyordum. Tam anlamıyla “surreal” hissiyatım dakikalarca sürdü. Henüz oluşmamış belki de hiç oluşmayacak bebeğin varlığına yanıyordu içim. Olabilir miydi? Konuşsak, aynı karara varsak, bir bebeğimizin olmasını istesek? Tek başıma karar versem, eğer gerçekten bir bebek varsa, O’nun doğduğunu ve benimle yaşadığını görsem… Haksızlık değil miydi bu? Hayalini kurarken kimseye zarar vermiyordu da gerçeğe dönüştüğünde en çok bebeğimin canını acıtmaz mıydı? Biyolojik saatim mi gelmişti yoksa anne olmak mı istiyordum? Bilemiyordum.
Bir bardak su istedim. Ertesi gün haplarını içtim. İlacın kanıma karışmasının her adımında bebeğimin yok oluşunu hissettim. Çıktım. Yürümeye başladım, ağlıyordum. Belli ki ben sadece bir düşe ağıt yakıyordum…
Feraye Demir – Yüksek Topuklar
ferayedemir@gmail.com
Tüm Yazılarımı Okumak için Tıklayın!