Ellerinde bir şey vardı, ne olduğunu bilmiyordum ama dokundukça çoğalıyordu ruhum, kalabalık bir aileye dönüşüyordum; başka oluyorum bambaşka… O vakitler, gözlerinin derinliğinden korkmuyordum; daha önce “gözleri sonsuzluk çizgisine benzer” demiştim çünkü inanırdım sonsuzluğun ancak Cihan’ın gözlerinde, göz bebeklerinde var olduğuna ve hep olacağına…
Dudaklarından dökülen kelimeler ve öpüşler vardı; onlar hep nereye gitmesi gerektiğini iyi bilirdi. Bazen tam karşısına, bazen kucağına yerleşir ve dinlerdim; hayranlık duyardım her söylediğine ve o an yüzünün aldığı ifadelere… O dudaklar ki “ısırma lütfen” dediğimde “peki, ne öneriyorsun?” cevabını verip beni güldürendi. İsmimi en güzel o söylerdi ve ben O’nu her düşündüğümde, gördüğümde, dokunduğumda ismim olurdum; Feraye… “İnsanlar, isminin anlamını taşırmış” diyorlar; ben yalnızca Cihan söylediğinde adımı kazandığımı gösterebiliyordum, hak ettiğimi…
Gelecek günlerden, birlikte yapacaklarımızın hayalinden bahsederken “biz, birbirimizi çok yorarız” diyordu ve anlam veremiyordum; birbirine ölesiye âşık iki insan neden yorsun ki? Yaşamadan mı bilemiyormuş insan, bilmek istemediği için mi karar veremiyorum ama şimdi anlıyorum âşık ve maşukun birbirini nasıl yorduğunu, nasıl tükettiğini… “Şüphesiz ki ben, Cihan’a inandım, iman getirdim” dediğim günlerde pervane ve ateşe benzetirdim aşkımızı, üzerine birkaç söz söylerdim: “Aşk bu, elbette yanmalı. Bilmiyor muyum sanıyorsun pervanenin ateşe uçtuğunda yanacağını?” Soruma yanıt gelememişken Sezen Aksu bizim adımıza söylüyordu: “Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk”. Bakıyorum ki şarkı yeterli değildi, Rosa Luxemburg’un kulaklarını çınlatıyordum: “bugün sen, benim sana verdiğimden üç kuruşluk daha fazla sevgi vermişsin, ne olmuş yani?” diyebiliyordum çünkü o günlerde cesaretim vardı, Cihan’ın ellerinden aldığım güçle besleniyordum.
Şimdi, geçmişte kalan günlere ve eskitemediğim aşka bakıyorum: çok yorulmuşuz, söyleyeceğimiz sözlerden imtina eder olmuşuz, görüşmelerden kaçınır, gülüşlerimizi saklar olmuşuz… Kendimi görüyorum; en çok ben değişmişim, biliyorum. Yıllar önce “Yunan heykellerini andıran bir vücudun var; öylesine güzel, öylesine çekici. Bence senin adın Atlas olmalıydı, çünkü kudretlisin” dediğim anları düşünüyorum bir de aylar sonra görüştüğümüzde “heyecandan uyuyamadım, kalbim pırpır atıyordu” dediğinde, “heyecanlanacak bir şey yoktu, ben çok güzel uyudum” diyebilecek kadar ruhsuzlaştığımı… Neye dönüşmüşüm böyle?
Ben, değişmiş olabilir miyim? Aldığım onca yaradan sonra kendimi korumak için bir kulenin içine sığınmış olabilir miyim? Merak ediyorum o kule, kimsenin birbirinin dilinden anlamadığı, Tanrı’nın lanetlediği insanların yaşadığı Babil Kulesi olabilir mi? Kendimi, kendi gözümde haklı görmeye ihtiyacım olduğu ve bahane aradığım anlarda mıyım? “Eğer böylesine düz, durgun, renksizsem her birinin sebebi Cihan’ın bana yaptıklarıdır” dersem; her şey o günlerdeki gibi olur mu? Daha da önemlisi ben yine o çelimsiz duruşuna rağmen içinde bir dağ yaşatan kız olabilir miyim? Bir sabah uyandığımda hiç ama hiç korkmadan “”Bonjour Monsieur”” diyebilir miyim? Peki, Galata Kulesi’ne doğru yürürken “sen beni özlemiş olabilir misin?” diye sorabilir miyim?
Başa dönüyorum, daha önce hiç yapmadığım halde yazdıklarımı okumaya ihtiyaç duyuyorum ve bunca anlattığımın tek bir sebebi olduğunu fark ediyorum: kendimi özlüyorum. Cihan’ın yanındaki Feraye’yi özlüyorum. O korkusuz, o şımarık, o güzel kızı özlüyorum… Küçücük bir şirkette çalışıp tek sorumluğu günü kurtarmak olan, büyük büyük sözlerin sahibi olmayan, “öyle harika işler yapacağım ki babam gurur duyacak” deyip de hayatından, kendinden feragat etmeyen o kızı özlüyorum. Cihan’ın gönderdiği mesajları tekrar tekrar okuyan hatta bu sayede Cihan’ın gönderdiği ilk e-postayı harfi harfine ezberleyen; şimdi, “Allah başka dert vermesin” deyip de dalga geçebileceğim naiflikteki kızı arıyorum, evet o mutlu yaşayan kızı…
Tekrar düşünüyorum; “Feraye, sen Cihan’ı değil; O’nun yanındaki kızı özlüyorsun” diyecek oluyorum ve o an bir gerçeği kucaklıyorum; ben ancak Cihan’ı özleyen kıza dönüştüğümde tam olabilirim ve sadece Cihan ellerimi tuttuğunda güçlenip gençleşebilirim öyle ya giderek yaşlandığımı hissediyorum dememin sebebi o eller olamaz mı? Bu doğru olabilir mi? Bir insan, bir insandan başka bir şey yaratabilir mi? O, beni bana gösteren ayna olabilir mi? O’na baktığımda kendimi görebilir miyim ve gördüğümü çok sevebilir miyim? Aklımın, ruhumun, bedenimin tamamlanması için ihtiyaç duyduğum kudret, Cihan’ın damarlarındaki asil kanda olabilir mi? Bazen olur böyle değil mi?
Neden sevdiğinizi, neden ihtiyaç duyduğunuzu, neden O olmadığında eksik kaldığınızı açıklayamadığınız bir insan vardır… İçten içe bilirsiniz; biraz sokağa çıksanız, biraz gözlerinizin ucundan gösterseniz sizi hayranlıkla sevecek, dünya üzerinde sizden daha şahane bir insan olmadığını söyleyecek birileri vardır ama siz; sizi seveni değil de sizin sevebileceğiniz birini arar durursunuz… “Maşuk” olmak değil de “Âşık” olmak isterseniz ve kim ki size o sıfatı bağışlar; peşinden gidersiniz. “Ateşi yakan ben değilim, O” dersiniz ya da benim gibi sayfalarca, senelerce yazarsınız ve bazen yazdıklarınızı yaşadığınızda şaşkınlık duyarsınız. Bu hep böyle sürüp gidebilir, özlem artabilir, kalbiniz buna alışabilir ama ruhunuz rengini kaybedebilir. Ve ne diyordu Oruç Aruoba? “Özlemi azaltabilecek tek şey özlenenin kendisidir –özleyenin ‘kollarında’, kanlı-canlı, orada, olması…”
Feraye Demir – Yüksek Topuklar
E-mail: ferayedemir@gmail.com
Tüm Yazılarımı Okumak İçin Tıklayın!
bizmi zormun peşinden gidiyoruz zor olan mı ? bizi çağırıyor,kapçılıyor yada çokmu alıştık birşeryleri sor elde etmeyede üzerimizde emeğimiz olmadan bişeyleri elde edince mutlu olamıyor .Hangisi?
ama siz; sizi seveni değil de sizin sevebileceğiniz birini arar durursunuz…
hep øyle oluyo ve ne hikmetse herseferinde bizi hep uzen birilerine gidip asik oluyoruz…
Yada mıknatıs gibi mi çekiyoruz mutsuzluğu… Feraye seninde dediğin gibi biz aşık olduğumuz adamın yanındaki, çocuk, masum , şımarık, seksi, dişi, özgüveni yüksek ego sorunu olmayan kadını özlüyoruz…Elde edemeyince hırçınlaşıyor, oyunlar başlatıyoruz yada KENDİMİZİ KANDIRIYORUZ::
[b]Zeyno,
Bence mutsuzluğu istemediğimiz için bu kadar hırçın oluyoruz. Bize kendimizi bu kadar şahane hissettiren adamların da pek suçu yok sanki her şeyi biz kendi kendimize yaratıyoruz.[/b]
[b]Ne diyordu Aruoba?
ateşin yalnızca senindir:-
onu yakan da sensin;
söndürmesi gereken de.
ateşin, sensiz, yanmaz.
ateşin, sensiz, söner.
ateşini yakan, sensin.
ateşini söndüren, sensindir.
[/b]
Bize kendimizi bu kadar şahane hissettiren adamlara ne oluyorda sonraları hissettirmiyorlar yada biz nerde hata yapıyoruz
Neden sevdiğinizi, neden ihtiyaç duyduğunuzu, neden O olmadığında eksik kaldığınızı açıklayamadığınız bir insan vardır… Bu cümle etkiledi sanmıştım beni ama kendimi hatırladım aşk = mantık
Nden öylemi…nedeni yokki…gün içerisinde aklımın ortasındasın,sevgilim sana sevgilim kelimesi yakışıyor diyen bir adamın gece telefonda tartıştıktan sonra bir daha aramamasının sormamasının nedeni varmı….bemim kalp ağrımın mide kramplarımın nedeni varmı..içimin acısı geçsin diye saatlerce yürümemin nedeni varmı….var aslında biz kendimiz yapıyoruz,kendimize yapıyoruz çok değer veriyoruz,güveniyoruz ,seviyoruz,teslim oluyoruz sonra sonra işte neden arıyoruz içim acıyor nedeni varmı?
Neden yaptınız ki bunu ? Benım de cıhan dıye çok sevdiğim bı ınsan vardı ama artık biz de yorduk birbirimizi…